Ekoloji kelimesi ile son zamanlarda daha sık karşılaşıyoruz. Çevre kelimesinin kısıtlayıcılığına ve durağanlığına karşı kendimizi ve etrafımızdakileri kapsamlı bir şekilde, ilişkiler ve ağlar içinde ifade edelim düşüncesiyle ekoloji kavramına daha fazla başvuruyoruz. “Ekoloji hareketleri”, “ekolojist”, “ekolojik sivil toplum kuruluşları” gibi tanımlamalar çoğalıyor. Ekoloji, gezegendeki canlıların çevreleriyle olan ilişki biçimlerini inceleyen bilimdir. Neden ve sonuç odaklı değildir, düzenler, ağlar, dengeler ve döngüler, ilişkiler ve etkileşimler üzerine çalışır. Amacı, canlı sistemlerini parçalara ayırarak, sınıflayarak, bölerek incelemek değil, bu sistemlerin bir bütün olarak işlevlerini ve bağlarını anlamaya çalışmaktır. Bütüncül bakmak, Vâlidebağ Korusu’nun ekolojik hâfızasını anlamaya çalıştığımız bu bölümde kilit kavramlarımızdan biri olacak. Bu bütüncül bakışı şu şekilde örnekleyebiliriz: bir ağaç kesildiği zaman gözden çıkarılan sadece o ağaç değildir. O ağacın içinde, üzerinde veya köklerinde yaşayan tüm canlılar: sincaplar, kuşlar, böcekler, mantarlar, ağaca sarılmış diğer otsu bitkilerdir… O ağaçla birlikte hepsini kaybederiz. Ve bu noktada unutmamamız gerekiyor ki tüm bu değişim, yıkım, yenilik süreçlerinin nihâyetinde son sözü doğa söylüyor.
Validebağın Hafızası
3. Ekolojik Hafıza*
“…Doğa ne gidilebilecek fiziksel bir yer, ne etrafı çitle çevrilecek ya da depolanacak bir hazine, ne de korunabilecek ya da tahrip edilebilecek bir özdür. Doğa gizlenmiş değildir ve bu yüzden peçesinin kaldırılmasına da ihtiyaç duymaz. Doğa matematik ve biyotıp kodlarınca okunacak bir metin değildir. Köken, ikmal ve hizmet sağlayan ‘öteki’ de değildir. Ne annedir doğa, ne bakıcı ne de köle; insanın üremesinin, kendini yeniden üretmesinin matrisi/rahmi, kaynağı ya da aracı da değildir.” (Haraway, 2010; 127 akt. Çelik, 2018; 31)
İnsan türü olarak doğayı kontrol edebileceğimiz yanılgısı ile birlikte şu anda iklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, atık ve kirlilik sorunu başta olmak üzere çoklu ekolojik krizlerin içinden geçiyoruz. Doğanın bize söylediği ama her seferinde unuttuğumuz şey, ekolojik sistem içerisinde farklı ve üstün bir noktada olmadığımız, tüm canlılar içerisinde bir canlı olarak yer aldığımızdır. Dünya gezegeni kadar büyük bir sistem içerisinde bu konu derin bir mevzûdur elbette. İşte bu yüzden bu bölümde mikroskobumuzu Vâlidebağ Korusu üzerine tutacağız. İnsanın diğer canlılar ile ilişkisini Vâlidebağ Korusu habitatındaki gözlemlerimiz ve deneyimlerimiz üzerinden anlamaya çalışacağız.
Vâlidebağ’ın ekolojisini anlamaya yönelik yapılan pek çok çalışma vardır. Korunun biyolojik çeşitliliğine ilişkin çalışmaları takip edebileceğimiz kanallar ise gün geçtikçe çoğalmaktadır. Özellikle de kuşlar konusunda vatandaş biliminin katkısını göz ardı edemeyiz. Otsu bitkileri, ağaçları, kuşları ve diğer canlıları gözlemlemek; korunun kimlere ev sahipliği yaptığını fark etmek; insan olmayan komşularımızı tanımak; Vâlidebağ ile bağ kurmanın en önemli adımlarıdır. Biz bu bölümde Vâlidebağ’ın ekolojik hâfızasını, Vâlidebağ’daki ekolojik ilişkileri ve çeşitliliği Validebağ ile bağ kurmanıza yardımcı olması niyetiyle belli kavramlar üzerinden anlatmak istiyoruz.. Yukarıdaki alıntıda Haraway’in doğa için söylediği gibi; hâfıza da zihnimizde bir yerlerde, geçmişin hatıralarının çitlendiği, depolandığı, kilitlendiği değişmez bir bölme değil. Bugünden bakarak aktif bir şekilde seçtiğimiz, unuttuğumuz, hatırladığımız, yeniden ve yeniden yapılandırdığımız dinamik bir meleke. Bu anlamda bu rehber, Vâlidebağ’da saklı bir hâfızanın sizlere sunumu değil. Vâlidebağ ile nasıl bağ kurabileceğinize, Vâlidebağ ile ilgili ekolojik bir hâfızayı nasıl inşâ edebileceğinize yönelik minik bir yol rehberi.
“Bir ormanın içinde yürüyüş yapmışsanız, büyük bir ekosistemin içinde bulunmuşsunuz demektir. Fakat bir ormanın içinde, dereler veya çayırlar gibi her biri birbirine özgü tür gruplarını içeren daha küçük ekosistemleri de gözlemlemek mümkündür. Bir ekosistem içinde, gelişmek için fotosentezi (veya bazı durumlarda kimyasal sentezi) kullanan ve bu sayede diğer canlıların da besinini üreten organizmaları ve yaşamın temel elementlerini geri dönüştüren ayrıştırma organizmalarını görebiliriz. Bir ekosistemin temel yaşam elementleri olan karbon, azot, oksijen, fosfor ve kükürtü tam bir döngü içinde kullanma kapasitesi vardır. Bir ekosistem içinde besinler, canlı organizmalardan organik atıklar ve kirletici maddeler yoluyla yeni canlı organizmalara dönüşür. Bu süreçte enerji (güneş ışığı, rüzgâr veya su hareketi şeklinde) alınır ve ısı olarak dışarı verilir.
…
Ekosistemlerin, iklimsel veya diğer faktörlerde büyük değişiklikler olmadığı sürece yaşamını sürdürebilen sekoya ormanlarında olduğu gibi, hatırı sayılır bir kalıcılığı vardır. Fakat bu kalıcılık düzenli değişimler sayesinde gerçekleşir. İnsani zaman ölçeğine göre, bir ekosistemin değişmediği, sabit kaldığı düşünülebilir, ama yavaş da olsa aslında bir değişim vardır.. Bazı türlerin nüfusu artmakta, diğerlerininki azalmaktadır; besin ağı yapıları değişmektedir. Ayrıca, ekosistemler ani değişimlere direnme ve ilk durumlarına dönebilme yetisine sahiptir. Bir ağaç hastalığı ormana yayılırsa, ağaçların bazıları ölecek ama ekolojik anlamda benzer ağaçlar ölenlerin yerini alacaktır. Hastalanan bazı ağaçlar ise hastalığa direnip hayatta kalabilecek kapasiteleri olduğu kadar paya sahip olacaktır. Karmaşık bir ilişkiler ağı içinde daha fazla türü barındırdığı ve içinde yaşayan canlılar yok olduğunda nişler daha kolay doldurulabileceği için biyoçeşitliliği daha zengin olan ekosistemlerin, genellikle uzun bir süre yaşamını devam ettirebileceği düşünülür.
(Callenbach, 2012; 45-47)
1. Vâlidebağ’ın yoldaşları
Vâlidebağ Korusu’nda yürüyüşe çıktıysanız illâ bu arkadaşlara denk gelmişsinizdir. Onları her zaman göremeyebilirsiniz, bazen kendilerini göstermek istemezler ama sesleri ile size yerlerini belli ederler. Ve hatta usul usul,bazen de koşar adımlarla yürüyüş yolunuzu değiştirmeniz için size gözdağı verebilirler. Pek rahatsız edilmek istemezler, özellikle de bir arada oldukları zaman sahip oldukları alanı, evlerini korumak gibi bir dertleri vardır. Kimden söz ettiğimizi çıkartabildiniz mi? Evet, Vâlidebağ’ın köpeklerinden bahsediyoruz. Koruya gelip hiç onlarla karşılaşmamış ama yine de ünlerini bir şekilde duymuş olabilirsiniz. Zira ara ara bölgedeki insanların ve belediyenin gündemine giriyorlar ve Vâlidebağ’ın köpeklerinin ‘rehabilitasyonu’ üzerine tartışmalar gündeme geliyor. Gelin biz bu insan merkezli ‘rehabilitasyon’ tartışmasına girmeden ruhumuzu ekolojik bir rehabilitasyona tâbi tutalım ve insan merkezli olmayan bazı ilişki biçimlerine kapı aralayalım.
Vâlidebağ Korusu’nun biyolojik çeşitliliği ve ekosistemi üzerine konuşmamız gerekmiyor mu diye düşünüp köpekler konusuna odaklanmamıza anlam veremiyor olabilirsiniz. Tam da böyle bir noktada özellikle köpekler üzerinden sizlere farklı bir bakış açısı sunmak istiyoruz. Bu bakış açısına ilham olan Donna Haraway. Kendisi; biyoloji, antropoloji, felsefe, feminizm, teknobilim gibi pek çok disiplini birbiri ile ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışan bir düşünür. Çalışmalarında çok geniş bir bakış açısı sunar ve insan olmayan canlılar bu çalışmalarında önemli aktörler olarak yerlerini alırlar. Haraway hayatı çok türlü ilişkiler üzerinden tanımlar ve bu tanımlar içerisinde yoldaş türler gibi önemli kavramlara yer verir. Öncelikle belirtmek gerekir ki yoldaş türler çok geniş bir yelpaze içerisinde değerlendirilmiş, kullanılmış ve yorumlanmıştır. Biz bu kavramı ilk olarak insan ve insan olmayan canlılar arasındaki ilişki üzerinden anlatmak istiyoruz. Köpekler de burada devreye giriyor. Yoldaşlık kavramı ile en rahat ilişkilendirebileceğimiz canlılardan birisidir köpekler. Zaten Haraway de When Species Meet (Türler Karşılaştığında) kitabında kendi köpekleriyle olan deneyimlerine yer vermiştir. Zira insanlar tarafından evcilleştirilmesi ile birlikte binlerce yıldır insan türünün yanında görürüz onları. Özellikle de doğal yaşam alanlarının gitgide daralması ile birlikte, şehirlerde hayatta kalmaları için insan ile iş birliği yapmaları zorunlu hale gelmiştir. Ortada kimsenin yadsıyamayacağı bir ilişki çoktan kurulmuştur. Lâkin burada altını çizmek isteriz ki bu yoldaşlık herhangi bir hiyerarşik ilişki temelinde kurulmamalıdır. İnsanı merkeze alarak ve geri kalan tüm canlıları onun için ya da ona muhtaç bir hâldeymiş gibi tasvir etmek istemiyoruz. Tam aksi bir şekilde yoldaş kavramını ön plana çıkararak Vâlidebağ’ın köpeklerini düşünmek istiyoruz.
İnsanların koruya terk etmesi ve şehir düzeninin sıkışıklığı sebebiyle başka bir yaşam alanı bulamamış olmaları gibi faktörler, köpekleri koru habitatının bir parçası haline getirmiştir. Doğal olarak orada değillerdir ama değişen habitat içerisinde artık oranın bir parçasıdırlar.
“Açıkçası burası bir doğal ormanın parçası değil. Çünkü buraların, tarihsel süreçte de görebildiğimiz kadarıyla ormandan daha çok açıklıklar, tarım alanları -İstanbul’un kent dışı Osmanlı zamanı için- çalılıklar ve kısmen ağaçlardan meydana gelen bir doğal yapısı var… Bu gördüğümüz boylu ağaçlar şu anda; çınarlar var, akasyalar var, sedirler var. Bunlar hep daha sonradan insan eliyle dikilmedir. Ama bir ekosistemin parçası yani orman olmasa da…” (Cihan Erdönmez, 9.38/10.18’)
Tıpkı her insanın türlü türlü huyunun olması gibi köpeklerin de farklı farklı karakterleri olduğunu görebilirsiniz. Bazen sizin yanınızda eşlikçi olmak isteyen bir köpek beliriverir, koruyu onunla birlikte gezersiniz. Belki de tek planladığı sizin varlığınızdan güç alarak karşılaşmak istemediği diğer köpeklerin yanından hızlıca ve kaygısızca sıyrılabilmektir. Onlarla kurduğumuz ilişkiler ve dostluklar, köpeklerin kendi alanları ve bu alanları korumak pahasına ‘tehlikeli’ olmayı göze almaları, hepsi korunun ekolojik hâfızasının bir parçasıdır.
Koru’yu yapılaşma tehdidine karşı korumak adına hâlen devam eden nöbetlerin katılımcısı ve destekçisi olan Vâlidebağ Savunması’ndan Yüksel Bey ile yapacağınız gündelik bir sohbette bile korunun bu ekolojik hâfızasına dair pek çok şey öğrenebilirsiniz. Yüksel Bey’in o bölgedeki alfa köpeğin kim olduğundan bir diğer köpeğin yıllar içindeki değişimine, diğerinin karakterinden öbürünün kedilerle kurduğu ilişkiye kadar pek çok yerel bilgi biriktirdiğini görebilirsiniz. Burada kurulan ilişkinin karşılıklı olduğunu fark etmek önemlidir. Bu hiyerarşik bir üstünlük ilişkisi kurmak değildir. Bu bir yoldaşlık ilişkisi olmuştur artık. Derneğimizin gerçekleştirdiği kuş gözlemi sırasında gözlem ekibini hiç yalnız bırakmayan ve tüm koruyu bizimle gezen köpek halâ katılımcılarımızın hâfızasında yer almaktadır. Vâlidebağ Korusu hepimizin bu tarz ilişkiler kurabilmesi için oradadır ve birkaç saatlik bir gözlem etkinliği veya yürüyüş bu ilişkileri kurmak için yeterlidir. Yoldaşlık ilişkileri kurmak Vâlidebağ ile bağ kurmak ve ekolojik bir hâfıza inşa etmek için birebirdir.
Habitat içerisinde yerimizi ve ilişkimizi düşünürken ilişki kurabildiğimiz en kolay canlılardan biri olan köpekler, yoldaş türler kavramını anlamamız konusunda bize epeyce yardımcı oldular. Ama gelin biraz daha fazlasını birlikte düşünelim. Bizim canlılarla kurduğumuz yoldaşlık ilişkisi gibi canlıların da birbirleriyle kurduğu yoldaşlık ilişkilerini fark edelim, hikâyelerini öğrenelim ve onları anlayalım.
“Örneğin, Negev çölünde −ornitolog Zahavi ile birlikte− kuşların sabah dansını gözlemleyip, onları dinleyip, bu kuşların sabah danslarını, şarkılarını ve diğer yuvalardaki −kendi yavruları olmayan− yavruları nasıl beslediklerini insanlara aktarmaktadırlar. Bu çalışmalar, canlıları sadece birer organizma olarak değil, hikâyeleri olan bireyler, gruplar ya da topluluklar olarak anlamak bakımından önemlidir. Yuvaları, şarkıları, beslenme, avlanma, korunma taktikleri, dayanışmaları ve bağlılıkları olan canlıların, özetle ritüelleri olan canlıların hikâyelerini anlatmak ve dinlemek, insan-olmayan dünyaya karşı sorumluluk ve özen bakımından önemlidir.” (Çelik, 2018; 35)
Tıpkı Zahavi’nin Negev çölünde yaptığı gözlemler gibi Vâlidebağ’ın kuşları (Atay, 2019; 255-261) da burada korunun hikâyesinde ve ekolojik hâfızasının oluşturulmasında paha biçilmez bir yere sahiptir. İlkbahar ve sonbahar aylarının başlangıçlarında İstanbul üzerinden uzun bir göç rotası seyreden göçmen kuşların dinlenmek için konakladığı bir alandır Vâlidebağ Korusu. Onları gözlemleyerek mevsimlerin geçişlerini anlayabilirsiniz. Ve onların hikayelerini keşfetmeye çalıştığımızda doğanın bütünlüğünü de keşfetmek çok kolay olabilir. Kuşların diğer kuşlarla, böceklerle, otlarla, ağaçlarla kurduğu ilişkiler; hayatlarının ve varoluşların bir parçasıdır. Bu ilişkiler ile hayatta kalabilirler. Bu karmakarışık görünen ama özünde bir o kadar basit olan ilişkiler sayesinde korunun kendisi de hayatta kalabilmektedir.
“Yani şöyle ki kesinlikle ve kesinlikle insan ve doğa arasındaki ilişkinin kurucusudur, kuş gözlemi. Ve bunu tamamen kuşlar sağlıyor. Kaldı ki kuşlar bir noktadan sonra insanların kendi aralarındaki sosyal ilişkilerinin de güçlenmesini ve kurulmasını sağlayan canlılar oluyorlar. Kuş gözlemi ise bu hobinin kendisi oluyor. Ben doğayla olan ilişkimi kesinlikle kuş gözlemine borçluyum. Çünkü kuşları izlerken ağaçları izlemeye başlıyorsunuz. Kuşların hangi ağaçları tercih ettiğini, hangi çalıları tercih ettiğini ve ne için tercih ettiğini öğrenmeye başlıyorsunuz. Yani farklı bir canlı grubunu hâliyle tanımaya başlıyorsunuz ki kuşlar kadar ağaçlar, bitkiler de gözlemlemesi, görmesi kolay canlılar doğada. Tabii ki yine kuşlarla etkileşimi olan diğer canlılar, memeli canlılar vesaire falan var ki onlar gözlemlenmesi daha zor türlerden, yaban hayatında onları da merak edip onlarla da ilgilenmeye başlıyorsunuz. Kuşlar aslında sizin doğaya olan ilginizin kapısının anahtarıdır. O anahtar kuşların izlenmesi, yani gözlemlenmesi oluyor. Kapı açıldığında da siz doğayla tanışıyorsunuz. Aynı zamanda dediğim gibi insanlarla sosyalleşiyor, arkadaş edinebiliyorsunuz. Yani çok farklı coğrafyaları görüyorsunuz. Çünkü kuş peşine takılan gezer.” (Lider Sınav, 28.41/30.22)
Ve o günkü deneyim bizim için aynı zamanda bir fark etme sanatları performansıydı. Peki nasıl bir sanattır bu fark etme sanatları? Fark etme sanatları; bir başka canlının ritimlerine, seslerine, hareketlerine, hassasiyetlerine, algılarına, tercihlerine, beğenilerine duyarlı hale gelme; kısaca bir öteki-oluş, köpek-oluş, kuş-oluş, göçebe-oluş, ve kendi sınırlı dünyandan bir kaçış şansıdır. Ekolojik çıraklık ile kazanılanların bir bütünüdür: Örneğin bir kuşu gözlemlemek o kuşun yaşam çizgilerine adapte olmayı onları takip edebilmeyi öğreneceğiniz uzun bir süreçtir, bir nevi ekolojik bir çıraklıktır. Bir çırak olmanın ön koşulu, bir usta olmadığını kabul etmek ve tekrardan bu kocaman ekosistem döngüsünün bir parçası olduğunu fark etmektir. Bu ön koşulu sağladıktan hemen sonra adımlarımızı yavaşlatmayı öğrenmemiz gerekir. Zira kuşlar ürkebilir. Sonra onların yaşam döngülerini öğreniriz; uyku saatlerini, sosyalleşme vakitlerini, beslenme alanlarını, vakit geçirmekten keyif aldıkları noktaları, hangi kuşun en çok nerede kiminle vakit geçirmeyi sevdiğini, gagasının uzunluğuna ve yapısına göre buğday mı sevdiğini yoksa bir böcek avcısı mı olduğunu, renkleri ile hangi ağaca daha çok yakıştıklarını yani böylece kamufle olabildiklerini, flört etme sanatlarını, renklenmelerini, isimlerinin nereden geldiğini, her kültürde farklı farklı nasıl adlandırıldıklarını ve daha nicesini… Kuşların sesini birbirinden ayırt etmeye başlayabildiğiniz an ilk büyük heyecanınız olabilir ama sonra fark edersiniz ki bazı gözlemciler (sanatçılar) birebir bu sesleri taklit de edebiliyor. O zaman çıraklık yolunun bir hayli uzun olduğunu hatta hiç bitmediğini ve her adımın büyük bir deneyim içerdiğini keşfedersiniz. Gördüğünüz kuşları çizmeye başlarsınız, isimlerini not alırsınız, tarif edersiniz, gördüğünüz yeri işaretlersiniz ve işte tam bu noktada diyebiliriz ki siz de korunun ekolojik hâfızasına hem katkı sunan hem de hâfızasının parçası olan bir kişisiniz.
İşte tüm mesele bu: kuşlardan öğrendiğimiz işaret okuma teknikleriyle tüm ormanın, tüm habitatın, tüm ekosistemin ve tüm gezegenin çırağı olmak. Ustası, efendisi olmak değil çırağı olmak. Çünkü tüm bu ormanlar, ekosistemler tüm o geçmişe ve geleceğe uzanan ilişkiler ağlarıyla bize sınırsız işaretler yayıyorlar: Bu işaretleri sadece özel çıkarlarımızla, insan merkezci ve ben merkezci tutumlarımızla okumamız mümkün değil, böyle okumak kötü çıraklar olmak, kabiliyetsiz olmak, zarar vermek demek, bu gezegende yaşama işini ve var olma kabiliyetini kötüye kullanmak demek. Tüm bu krizler çağında çözüm belki de artık ustalık ve efendilik iddiasından vazgeçip iyi çıraklar ve iyi yoldaşlar olabilmektir. Vâlidebağ Korusu İstanbul gibi bir megapolde bu sanata erişebileceğiniz nadir kalan yerlerden. Korunması gereken ekolojik bir sanat mekânı…
“Sohbetlerimizi dinlemiş olanlar, Anadolu’yu gezerken bakıp geçtikleri, görmeden geçtikleri manzaraları artık başka bir gözle gözetleyecekler; gördükleri her otun, her çalı ve tek ağacın, taşın toprağın anlattıklarına kulak verecekler ve onlara karşı davranışlarına herhalde bir çekidüzen vereceklerdir.”
Kısaca Birand yukarıda bahsettiğimiz fark etme sanatlarının bir başka usta çırağıydı. Bitkilerin toplumsal yaşamlarından bahsederek onların hikâyelerini bize ulaştıran ve bizi bitki sosyolojisi ile tanıştıran kişiydi:
“Yaşayış koşulları birbirine uygun bitki türleri, o koşulların bulunduğu yerlerde, sanki birbirlerine söz vermişler gibi buluşurlar, bir birlik kurup toplumsal bir düzen içinde yaşarlar, birbirlerinden ayrılmazlar.”
…
Ondan daha genişçe sakızlardan bazılarını birkaç kelimeyle anlatıp geçtiğimi biliyorum ama bu ağaç için, burada sarf ettiğim cümlelerin yetersizliğinden bahsediyorum. Kurumuş halde uzanan kalınca bir dalına bakıyorum, yeşermiş dallarına, tünemiş kargalarına, altındaki gölgeye, bu gölgede oturanlara bakıyorum… Ağaca dair ne varsa bu ağaç bunu iyi anlatıyor…” (Yalazay, 2019; 325-326)

Konu tam da canlılar arası dayanışmalara, yoldaşlıklara ve ilişkilere gelince kendisi hemen orada bir fark etme sanatı performansı sergileyerek oturduğumuz yerdeki kuruyan bir ağaca dikkat çekti. Ağaç tamamen kurumuştu, hiç yaprağı yoktu, dalları seyrekti ve sadece gövdesi kalmıştı. Bu gövde de tamamen mantarlarla kaplanmıştı.
Mantarlar doğadaki en büyük geri dönüştürücüler. Kurumuş ağacın dört bir yanını sararak adeta ağacı öğütüyor ve tekrar toprağa karışmasını sağlıyorlar. Bir nevi bir cenaze ve diriliş töreni gözlerimizin önünde sergileniyor. Mantarlar olmasa ormanlar, ölü bitkiler ve ağaçlar çöplüğüne dönüşürdü ve yaşamın kendini sürdürmesi olanaksız hale gelirdi.
Tam bu noktada mantarlar demişken gördüklerimiz kadar görmediklerimizi de fark etmemizin ne kadar önemli olduğunun altını çizmeliyiz. Mantarlar özellikle çam ağaçlarının en önemli dostları. Sofralarımızda tükettiğimiz mantarlar aslında ormanlardaki mantar ağlarının sadece görünen yüzü. Adeta yerin altındaki koca bir fungi dünyasının yeryüzüne ulaşan meyveleri. Mantarlar en sert kayaları bile ayrıştırarak en zor şartlarda, en çıplak tepelerde bile dostlarına yani çamlara gerekli besini sağlayabiliyorlar ve karşılığında onlar da ihtiyacı olan mineralleri ve besinleri çamlardan alıyorlar. İşte size bir başka yoldaşlık hikayesi. Orman ve toprak, mantarların bu ayrıştırma, parçalama ve geri dönüştürme gücü sayesinde kendini besleyebiliyor, dönüştürebiliyor ve yenileyebiliyor. Yeraltında koca bir geri dönüşüm çarkı ve işbirliği ağı iş başında.
Bir başka ifadeyle fark etme sanatları;yaşamın ve hayatta kalmanın nasıl dayanışmalara, montajlara dayandığına duyarlı hale gelme, bu dayanışmaların ve montajların sadece tür içi olmadığını türler arasındaki dayanışmalara, montajlara ve ilişkilere bağımlı olduğunu fark etme kabiliyeti demek. Yaşam ve doğa bir harmoni ve saflık üzerine kurulu değil, tersine bir kırılganlık ve bulaşıklık hâli üzerine kurulu. Tahmin edilemeyen karşılaşmalar, dayanışmalar ve ilişkilere mâruz kalma anlamında tüm canlılar kendileri dışındaki bir dünyaya karşı kırılganlar, başkalarını etkileme ve onlardan etkilenme kabiliyetleri anlamında saf değiller. Toprak mantarlarla, mantarlar çamlarla, çamlar kuşlarla… İşte Vâlidebağ Korusu’nda yapılabilecekler listemizde yeni bir başlık: bastığımız yerleri tanımak. Vâlidebağ’da çok olmasa da mantar toplayanları görmek mümkün. Çok değiller çünkü yerin üstünde çok fazla mantar yok. Ama iyi bir çırak olursanız belki siz de bir gün Vâlidebağ’da mantar görüp yaptıkları için şükranlarınızı iletebilirsiniz.
2. İstilacı türler ya da davetsiz misafirler
Yoldaşlık kurduğumuz türlerden, onlarla olan ilişkimizden bahsederken kendimizi bu resmin dışında hiç görmedik değil mi? Bölüm başında detaylı anlamını sunduğumuz ekosistemin bir parçası ve aynı zamanda bu sistemi büyük oranda etkileyen bir türüz. Vâlidebağ’ın ağaçları üzerine düşünürken, kültürel hâfıza bölümünde daha detaylı açıkladığımız bu etkileme hâlini hayal etmek çok daha kolaydır. Ağaçları dikeriz, büyümeleri için sularız, bakım veririz ve serpilip gelişmelerini adım adım izleriz. Etkimiz ve katkımız çok açıktır. Sonuçlarının ise hemen görünmeyeceğini, zamana yayıldığını belirtebiliriz. Vâlidebağ Korusu’nda insan etkisi üzerine konuşabileceğimiz başka bir tür daha vardır. Papağanlar!
Koruda başınızı gökyüzüne kaldırdığınızda kargalarla yarış halinde olan yeşil papağanları gözlemleyebilirsiniz. Kargalara cesaretle kafa tutabilen nadir kuşlardan olduğunu söylemeden geçemeyiz. Bu papağanlar da tıpkı Vâlidebağ’ın çoğu ağacı gibi habitat içerisinde kendisine sonradan yer bulmuş ve yerleşmiş türlerdendir. Biz onlara istilacı türler tanımlamasını yapıyoruz. Esas itibariyle kendi yaşam alanlarında bulunmayan, ekosistem içerisine sonradan dâhil olmuş türlerdir, istilacı türler. Bu sebeple bulundukları alana adapte olabilmek için dengeleri değiştirebilirler. Rekabet, predasyon, habitat değişimi, hibridizasyon, hastalık ve ekonomik zarar bu olumsuz etkiler arasında sayılabilir (Şahin, 2012; 6-7).
Egzotik türler olan papağanların insanların ticari faaliyetleri sonucu kendi doğal habitatlarından toplanarak başka ülkelere gönderilmesi esnasında çeşitli sebeplerle kaçmaları sonucu, ‘Kafes kaçkını’ olarak tanımlanıyorlar. Kökeni Afrika ve Asya’ya dayanan yeşil papağanın başarılı bir işgalci olduğu yapılan çalışmalar ile kanıtlanmıştır. Sadece Vâlidebağ Korusu’nda, İstanbul’da ya da Türkiye’de değil, dünyanın diğer pek çok ülkesinde de kendine yaşam kurmayı başarmış bir türdür yeşil papağan.
“Yeşil papağanlar istilacı tür olarak kabul ediliyorlar. Koru ekosistemi üzerinde de olumsuz etkileri vardır. Ancak dediğim gibi çok spesifik çalışmalar yapmak gerekiyor…Çok küçük bir örnekle şunu söyleyebilirim, yuva rekabeti ediyorlar. Bizim yerli türlerimizden olan gerek sincap, gerek küçük karga gibi türlerle yuva yeri rekabetine giriyorlar. Bu saydığım küçük karga ve sincap gibi türler ağaç deliklerine yuva yapıyorlar ki papağanların da yuvarlamak için tercih ettiği yerler buralar. Bu türlerin arasında çekişme oluyor. Yuva yeri rekabeti yani yuva yerini ben alacağım, sen alacaksın. Bayağı insan diline döktüm ama. Bunun dışında sanırım besin konusunda rekabetleri olabilir…” (Lider Sınav, 19.52/20.37’)
Yeşil papağanların varlığı sadece korunun ekolojik hâfızasına ilişkin değildir. Yeşil papağanlar üzerinden genel olarak ekosistemin ne kadar hassas bir denge içerisinde işlediğinine dair de bir farkındalık kazanabiliriz. Sistem içerisinde attığımız her bir adımın, aldığımız her bir kararın ve yaptığımız en küçük değişikliğin doğal denge üzerinde bir etkisi vardır. Bu etkiyi çok hızlı bir şekilde görebiliriz, yazın en sıcak zamanlarında bir çam ormanına pet şişe atılması örneğinde olduğu gibi. Başka durumlarda ise etkimizin sonuçlarını çok hızlı bir şekilde görmeyebiliriz. Bazen süreç o kadar yavaş ilerler ki neden-sonuç ilişkisini kurmakta dahi zorlanabiliriz. Bir örnek olarak yeşil papağanlar on yıllar önce insanların hayvan ticareti faaliyetleri sonucunda kendilerini Türkiye’de ve başka ülkelerde buldular ve ‘işgalci’ oldular. Bir anda gerçekleşen ya da hemen fark edebildiğimiz bir durum değildi. Peki bu tercihi onların yaptığını kim söyleyebilir ki? Türlerin yaşam haklarına çeşitli şekillerde müdâhale ediyoruz; onları yerlerinden ediyoruz, varlıklarını, yaşamlarını tehdit altına sokuyoruz. Şu an da yoğun bir şekilde gündemimizde olan iklim krizinin biyoçeşitliliğe kısa, orta ve uzun vadeli pek çok olumsuz etkisi olacak. Bu anlamda, gezegendeki her bir adımımızın son derecede hassas olması gerektiği günlerde yaşıyoruz.
3. Tehdit altındaki türler
Bir sokak röportajında sizden nesli tehlike altındaki türleri saymanız istense aklınıza kimler gelirdi? Çoğunluğun ilk beşinde pandaların yer alacağına bahse girebiliriz. Pandalar çok uzun yıllardır başarılı tür koruma çalışmasının sonucunda tüm dünyada ‘nesli tehlike altında olan’ ve korunması gereken canlılar olarak biliniyorlar. Bu sırayı muhtemelen yine uzak diyarlardaki vahşi hayvanlar takip ederdi. Doğanın bizden uzakta bir yerlerde olduğunu düşündüğümüz sürece bu sıralama içerisine bir kent ekosistemindeki canlının girmesi çok zor gibi görünüyor. Oysa bazen sadece yolumuza çıkan bitkilere bir durup baksak bile birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını, birbirlerini nasıl tamamladıklarını, yaşamak için hangi zorlu kent koşullarına direnç gösterdiklerini fark edebiliriz… Kent ekosistemi içerisinde tüm canlıların yaşam alanları giderek daralıyor, kimininse tamamen yok olmuş durumda. Bir canlının neslinin tükenmesi için doğrudan üzerine ateş edilmesi şart değil. Yaşadıkları yerleri, yani evlerini onların elinden aldığımız ve gidecek başka bir yer bırakmadığımız zaman da bu tehlike söz konusudur.
İstanbul içerisinde yeşil alanların giderek azalması Vâlidebağ Korusu’nun önemini artıran durumlardan biridir. Vâlidebağ şehirdeki sınırlı yeşil alanlardan biri olup canlıların şehir içerisinde son kalan yuvalarındandır. Bu sebeple Vâlidebağ Korusu’nda da nesli tehlike altında türlere rastlamamız bir hayli olağandır. Burada kullandığımız kıstas Uluslararası Doğal Hayatı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği’nin (IUCN) sürdürmekte olduğu Nesli Tükenme Tehlikesi Altında Olan Türlerin Kırmızı Listesidir.
Üveyik, kızıl ardıç, çayır incirkuşu gibi Vâlidebağ Korusu’nda yaşayan türler de maalesef bu listede bulunmaktadır. Bu noktada daha aktif bir şekilde kullanılmasını istediğimiz ve taraf olduğumuz bazı uluslararası sözleşmelerden bahsetmek istiyoruz: Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi (BERN) ile Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi. Hukukî olarak bağlayıcılığını vurgulamak istediğimiz her iki sözleşme de hâfızanın kolektifliğini ve politik sorumluluklarımızı bize hatırlatmalıdır.
“Uluslararası sözleşmeler uygulayıcılar tarafından kolay akla gelen yasal düzenlemeler değil. Halbuki bizim anayasamız diyor ki, uluslararası sözleşmeler de kanun hükmündedir. Hattâ temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası sözleşmeler kanundan da üstündür. Yani kanunla uluslararası sözleşme çelişirse uluslararası sözleşme daha üstündür. Üstüne üstlük uluslararası sözleşmenin anayasaya aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi de söz konusu değil.
Kaç tane kamu otoritesinin planlarını, programlarını yaparken uluslararası sözleşmelere bakmak aklına geliyor veya işte bu tür dava süreçlerinde uluslararası sözleşme maddelerinden yola çıkılarak kararlar bozuluyor ya da kararlar alınıyor? Uluslararası sözleşmeleri imzalamanın yanı sıra günlük yaşamdaki etkinliğini de artırmak gerekir. Avrupa’nın Yaban Hayatının Korunması Sözleşmesi Bern Sözleşmesi, Paris Anlaşması. Artık bir karbon dengesi düşünüyorsak bu tür alanlardaki karbon stoğunu yok etmek aklımızın ucundan bile geçmemeli. O karbon stoğuna sadece ağaçlar dâhil değil tabii ki otlar çalılar da dâhil.” (Cihan Erdönmez, 26.03/27.26’)
Vâlidebağ Korusu’nda yaşayan canlıların, birbirleriyle olan bağının ve bizim onlarla kurduğumuz ilişkinin bütünün bir parçası ve doğanın ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Korunun geldiği nokta ilmek ilmek işlenmiş ekolojik bir hâfızanın parçasıdır. Sadece ekolojik de değil; diğer bölümlerde bahsettiğimiz üzere kültürel ve toplumsal hâfızanın da parçasıdır. Biyolojik çeşitliliğin korunması namına taraf olduğumuz sözleşmeler ise tüm bu hâfızaları içermekle birlikte bizlere devletin de bir hâfızası olduğunu hatırlatmalıdır. Biz sivil toplum örgütlerine düşen ödev de bu sözleşmelerin önemini ve bağlayıcılığını unutturmamak ve koruyucu tedbirlerin bunlara göre alınmasına vesile olarak korunun ekolojik sürdürülebilirliğini sağlamaktır…