Kültürel Hafıza:
*hiçbir şey sonsuz değildir
*hiçbir şey sonsuz değildir
Mesele şu ki insandan ârî bir şekilde yüzlerce, binlerce yıldır varlığını devam ettirmiş bu alan, sadece 200 yılı aşkın bir süredir insan faâliyetlerinin faâl bir parçası olarak hayatımızda. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı içerisinde yoğun bir şekilde göz önünde olmaya başlayan Vâlidebağ Korusu’nun o günden bugüne değişen koşullarla birlikte farklı sebeplerle kullanıldığını biliyoruz. Ve diyebiliriz ki; “Hiçbir şey sonsuz değildir.” Vâlidebağ Korusu’nun mekânsal kullanımındaki değişim ve dönüşümler bu durumun iyi bir örneğidir. Mekân kullanımı; aynı zamanda doğa ile nasıl ilişki kurduğumuzun, ona nasıl baktığımızın da bir tezâhürüdür. Doğal ya da değil mekânları, ezelî ve ebedî biçimler olarak değil de tarihsel ve dinamik oluşumlar olarak kavramak; farklı dönemlerin politikalarını, ekonomik koşullarını ve kültürel pratiklerini anlamak için önemli bir araçtır. Bu bölümde sizlere Vâlidebağ’ın kültürel mirasını üç dönemlendirme üzerinden ve kültür-doğa-mekân-toplum ilişkilerini bir arada tutarak aktarmak,bir nevî sizlere Vâlidebağ Korusu’nun kültürel ekolojisini sunmak istiyoruz.
Şimdi bildiğimiz ve tanıdığımız İstanbul’a gözlerimizi kapatıp yaklaşık 300 sene öncesini düşünelim. Vâlidebağ Korusu olarak bahsettiğimiz alan, esas olarak Çamlıca tepesi ve civarındaki yeşil alanın bir parçası olarak uzanıyor Üsküdar eteklerinde. Herhangi bir şekilde yapılaşmamış, şimdilerde sadece adı kalmış derelerin gürül gürül aktığı, ceylanların, tilkilerin, kuşların ve diğer pek çoğunun bir arada yaşadığı bir alandan bahsediyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde bu alan, saray ve çevresinin av gezintileri için kullanılmaya başlıyor. III. Selim zamanında (1789-1807) başlayan bu ilgi, ava düşkünlüğü ile bilinen II. Mahmud zamanında (1808-1839) zirveye çıkıyor. Osmanlı padişahlarının Çamlıca civarını sık sık ziyaret etmeye başlaması beraberinde saraylıların da bu bölgeye gelişini hızlandırıyor. İstanbul’un kalburüstü olarak ifade edebileceğimiz insanlarının ‘İstanbul’dan’ uzaklaşmak, dinlenmek, keyifli vakit geçirmek adına husûsî olarak yaptırdıkları av ve bağ köşkleri ve sayfiye alanları bir bir çoğalmaya başlıyor Çamlıca tepesi ve civarında. Bunların bir kısmı bugün de İstanbul’un önemli tarihi yapıları ve kültürel mirası olarak bizimle yaşamaya devam ediyor.
Avcılık faaliyetleri, kurulan bağlar ve meyve bahçeleri ile yabandan pastoral olana bir geçiş yaşandığını belirtebiliriz. Bugün olduğu gibi geçmişte de doğayı insan için, insan yararına kullandığımız, şekillendirdiğimiz bir gerçek. İlerleyen kısımlarda göreceğimiz üzere bu kullanma durumu; dönemin politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel bakış açıları ile doğrudan ilgili bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Türk Dil Kurumuna göre yaban yerleşim bölgeleri dışı, insan bulunmayan yer olarak tanımlanıyor. Pastoral ise Oxford Sözlüğünün ifadesiyle kır yaşamının özellikle romantik bir şekilde tasvir edilmesi olarak belirtiliyor. Yaban, insan elinin değmediği, herhangi bir müdahalede bulunmadığı, kendi halinde olan doğanın ‘saf’ bir tasviri ise pastoral de bu doğanın insanın bakış açısıyla, yaşam tarzıyla düzenlenmiş halidir yorumunu yapabiliriz.
İmparatorluk dönemi içerisinde Av Köşkünden, Âdile Sultan Kasrı’na, İmam Derviş Efendi’den Altunizade ailesine pek çok bağlamda kullanım hikâyesini ele alabileceğimiz Vâlidebağ’ı; koruya ismini de veren Bezmialem Vâlide Sultan’ın meyve bağları ile dinlemek ister misiniz? Dr. Şefik Memiş’in ‘Vâlide Sultan’ın Emsalsiz Bahçesi’ adlı makalesi bu konuda bize iyi bir kaynak oluşturuyor.
Sultan Abdülmecid (1839-1861), validesi Bezmialem Vâlide Sultan’a koru arazisini hediye eder. Bezmialem Vâlide Sultan da kendi ilgisi ve merakı ile beraber bu araziyi kocaman bir meyve bağına dönüştürür. Öyle büyük, gösterişli ve kendine has bir yer olur ki, o dönem için İstanbul’un en ihtişamlı meyve bahçesi olarak tanınır Vâlide Sultan’ın bahçesi.
Osmanlı döneminde padişahlar, padişah ailesi ve diğer saray mensupları tarafından kurulan pek çok bahçeden biridir Vâlidebağı. Bu bahçelerin padişahlar ve aileleri başta olmak üzere üst düzey yöneticilerin eğlenme, dinlenme, hava değişikliği, avlanma, gezinti yapma amacı gibi faâliyetler için kullanılmıştır. (Yıldız, 2014: 647; akt. Şenel, 2016; 76-77). Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait bahçe kültürü hakkında daha fazlasını merak ediyorsanız Serkan Şenel’in çalışmasını önerebiliriz.
Dr. Şefik Memiş, Vâlidebağı’nda; 206 armut, 98 elma, 25 ayva, 43 şeftali, 13 vişne, 31 kiraz, 21 kayısı, 9 nar, 11 incir, 11 dut, 15 muşmula, 59 üzüm ve 31 portakal cinsinin bulunduğunu aktarmıştır. Muazzam bir çeşitlilik barındıran bu meyve bahçesinin ünü o dönemde imparatorluğun tüm sınırlarına yayılmıştır. Bu meyve bahçesi, imparatorluğun ve dünyanın dört bir yanından getirilen fidanlar, tohumlar ile kurulmuştur. Avusturya ve İtalya’dan gönderilen özel cins kirazlar; Bulgaristan’dan gelen kara üzüm; Hindistan portakalı, Bağdat portakalı, Mersin portakalı; Paris’ten getirilen şeftali ağacı, Belgrad armudu; İstanbul’daki diğer saray ve kasırların bahçelerinden getirilen çeşit çeşit meyve ağaçları…
“Bağdaki muşmula çeşidi de insanı hayrete düşürecek sayıdaydı. Sıradan muşmulalar, neredeyse tüm bahçelerde mevcuttu. Ama Vâlide Sultan’ın muşmula ağaçları öyle değildi. Her birinin bir hikâyesi, geldiği özel bir yer ve kendine has bir özelliği vardı. Sözgelimi yumurta büyüklüğündeki muşmula bahçıvan İzzet Ağa’dan gelmişti, ona ise Frengistan’dan göndermişlerdi. Girebol isimli muşmula ise Tokat’tan getirtilmişti. Bu muşmulaların özellikleri son derece önemliydi: Frenk üzümü gibi toplu, salkımlıydı, çeşnisi gayet hoştu, kıtası (tanesi) büyük yassı şeklindeydi. Şam’dan getirtilen muşmula ise kiraz renginde, 20 tanesi bir yerde, salkım salkım ve iri taneliydi, kokusu ise çok güzeldi. Ayrıca kışın yapraklarını dökmez, donmaz, tam tersine çiçek açıp meyveye dururdu. Rengi ise sarı olurdu. Batum’dan getirtilen muşmula ise iri taneli, kırmızı renkli, mayhoş lezzetliydi. Son olarak Beyoğlu’nun meşhur bahçelerinden “sarı şup elması” denilen muşmula getirtilmişti ki, bu da kışın yapraklarını dökmüyor, kasım ayında çiçek açıp meyve veriyordu.” (Memiş, 2017; 23)
Vâlidebağı’nda yetiştirilen tüm bu meyvelerin ilk mahsullerini ise bizzat dönemin padişahı tadıyordu. Vâlidebağ Korusu’nda Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait sadece Av Köşkü ve Âdile Sultan Kasrı değil aynı zamanda o dönem dikimi gerçekleştirilen meyve ağaçlarının da miras olarak kaldığını belirtebiliriz. Ağaç varlığının özellikle de meyve ağaçlarının hatırı sayılır bir kısmı koruda bu şekilde kendine yer edinmiştir. Korudaki anıt ağaç statüsündeki en yaşlı ağacın ise şu an da 215 yaşında olduğu ifade ediliyor.
TS 13137 Anıt Ağaçlar Envanter Seçim Kuralları ve İşaretleme Standardına göre anıt ağaç şu şekilde tanımlanır: “Geçmiş ile günümüz, günümüz ile gelecek arasında köprü kurabilecek uzunlukta doğal ömre sahip olan ağaçlardan yaş, gövde çapı, tepe çapı ve boy itibariyle kendi türünün alışılagelmiş ölçülerinin çok üzerindeki boyutlara ulaşan; ya da, yöre tarihinde, mistik kültüründe ve folklorunda özel yeri bulunan ağaç” Tanıma ve anıt ağaç belirleme sürecine ilişkin daha detaylı bilgiler Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından detaylandırılır.
Validebağ Korusu’nun anıt ağaçları Validebağ Gönüllüleri tarafından derlenmiştir. Aynı şekilde gönüllüler koruda bulunan anıt ağaçları ile ilgili farkındalık oluşturmak amacıyla işaretleme çalışması yapmıştır. Koruda gezerken bu anıt ağaçlara denk gelebilir, üzerinde yer alan bilgi notlarından yaşını, geçmişini öğrenebilirsiniz.
Vâlide Sultan’ın meyve bahçesi bir geçim kaygısı ile ortaya çıkmamıştır. Aynı şekilde ağaçlandırma çalışmaları yapalım, orman varlığımızı artıralım gibi bir ‘doğa koruma’ motivasyonu da söz konusu değildir. Meyve bahçesi, saraya ait olan bir mülktür; hanedan ve imparatorluk için bir zenginlik ve iktidar göstergesidir. Meyve fidanlarının bambaşka ülkelerden, coğrafyalardan ve saraylardan getirtilmesi, bu meyve fidanlarının Vâlidebağı’na uyum sağlayabilmesi için eğitimli bahçıvanlar tarafından özenli ve dikkatli bir şekilde emek verilmesi, görevlilerin ve bahçenin sık sık kontrol edilmesi zenginlik ve iktidar sergilemenin parçasıdır. Buradaki durum, sadece Osmanlı İmparatorluğu’na özgü bir durum değildir elbette. Meşhur İngiliz Bahçelerinin ortaya çıkışını, soylu sınıfındaki insanların uçsuz bucaksız geniş arazileri olduğunu göstermek amaçlı çim ektirmeye başlamalarını da bir başka örnek olarak sunabiliriz.
İktidar sergileme aracı olarak bahçelere bir diğer örnek ise aynı dönemde Avrupa sömürge imparatorluklarının kurdukları botanik bahçeleridir. Bu imparatorluklar da dört bir yandaki kolonilerinden getirdikleri bitkileri bu bahçelerde sergilemişlerdir. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu dâhil olmak üzere tüm imparatorluklar bir medenileştirme misyonu benimsemişler ve uluslararası arenada imparatorluklarının medeni imgelerini sunmak için hiçbir fırsatı -dünya fuarları gibi- kaçırmamışlardır ve adeta bu konuda bir imaj savaşına tutuşmuşlardır. Bu medeniyet imgesinin önemli bir göstergesi de doğaya karşı kazanılan zafer olarak tahayyül edilmiştir. Doğa, tüm vahşiliği ve el değmemişliği ile kültürün ve medeniyetin tam karşısına konumlandırılıp ehlîleştirilmesi, hâkimiyet kurulması, sınıflandırılması, ekonomik bir faydaya dönüştürülmesi gereken bir kaynağa ve tahakküm alanına dönüştürülmüştür. Bu bahçelerdeki tüm bakım ve sınıflama faâliyetleri, düzen ve hiyerarşi vurgusu, doğanın kontrol altında tutulduğunun ve medeniyetin birer işareti olarak sunulmuştur. Bitkiler iktisadî ve politik kaygılar ile kendi yerel bağlamalarından koparılmış, politik ve iktisadî metalara dönüştürülmüştür.
Vâlidebağı’ndaki Âdile Sultan Kasrı da yetim çocuklar için tahsis edilen yapılardan biridir. 1918 yılında kurulan Vâlidebağ Darüleytamı Kız Sınai Mektebi savaşlarda hayatını kaybeden insanların çocuklarının yerleştirildiği ve okutulduğu bir yerleşke olmuştur.
1926 yılında ‘talebe istirahat ve tedavi yurduna’ çevrilen Darüleytam, çok kısa bir süre sonra 1927 yılında çocuk prevantoryumu olarak tahsis edilmiştir. Vâlidebağ Korusu ve çevresi, prevantoryumun ihtiyaçları doğrultusunda genişletilmiştir. Dönemin Maârif Nazırı (Eğitim Bakanı) Selim Sırrı Bey, açılacak prevantoryumun hasta çocuklar için hem tedavi görebilecekleri hem de eğitim alabilecekleri bir alan olarak hazırlanacağını, başlangıç için 50 yatak kapasitesinin olacağını, gerekli bütçenin ayrıldığını belirtmiştir. Çocukların eğitimi içerisinde günümüzdeki müfredat sisteminden farklı olarak bahçe işleri, el sanatları gibi aktiviteler yer almış Vâlidebağ’ın geniş arazisi içerisinde çok ağaçlık olmayan bir alanda ise çocukların güneşlenebileceği bir kum havuzuna yer verilmiştir.
Prevantoryum: Vücutlarına verem mikrobu girmesine rağmen henüz hastalığa yakalanmamış zayıf kimselerin, vereme yakalanmasını önlemek amacıyla bakıldıkları sağlık kurumu. (Türk Dil Kurumu)
Sanatoryum: Özellikle veremli hastaların iyileştirilmesi için kurulmuş sağlık kuruluşu. (Türk Dil Kurumu)
Cumhuriyetin ilk yıllarıyla birlikte başlayan ve sonrasında da devam ettirilen bu sistemde, Validebağ’ın kullanımının devletin yurttaşına sunduğu iki temel hizmet olan eğitim ve sağlık hizmetleri üzerinden tanımlandığını görüyoruz. Tüm bu hizmetler için neden Vâlidebağ seçildi sorusunu 1933 yılında Fahreddin Kerim Gökay’ın sözleri açıkça cevaplar: “Marmara’ya ve tabiatın diğer birçok güzelliklerine hakim bir mevkide 100 dönüme yakın geniş arazi ve sayısız ağaçları, sert rüzgarlara maruz bulunmama gibi üstünlükleri içeren prevantoryumun ne denli faideli bir müessese olduğunu anlamak için bir defa ziyaret kafidir” (Kolay & Memiş; 2017;145)
Vâlidebağ’da faâliyet gösteren eğitim ve sağlık merkezleri, modern devletin ve onun politik meşruiyet sisteminin getirdiği yeni bir anlayışı temsil ediyordu: “Sosyal devlet”. Bu anlayış ile birlikte koru yurttaşın temel ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmeye başlamıştı. Vâlidebağ Korusu, sadece sosyal devlet anlayışının değil; aynı zamanda iktisadi olarak da kendini devlete yük olmadan ayakta tutma prensibinin yani bugün bildiğimiz döner sermaye sisteminin de ilk uygulandığı yerlerden biri olmuştu.
Vâlidebağ Korusu’nda bugün huzurevinin olduğu bölgede dikkatli bir yürüyüş yaparsanız bir hat görürsünüz. Bu, koru içerisinde bir zamanlar bir dekovil hattı olduğunu gösteren son somut izlerdir. Bu hat yetiştirilen sebze ve meyveleri yemekhaneye götürüyor, oradan da av köşküne kadar devam ediyordu. Böylece kendi kendine yeten bir sistem kurulmuştu Vâlidebağ içerisinde. Bu noktada Vâlide Sultan’ın meyve bahçelerinden halkın tarlasına geçiş yapıldığını söyleyebiliriz. Tam da bu dönemde devlet, genel olarak ithal ikameci ekonomi modelini benimsemiş ve ithalatı kısıtlayarak yerli üretimi teşvik ediyordu. Bir başka deyişle, makroekonomik bir politikanın izdüşümleri Vâlidebağ Korusu’nda da izlenebiliyordu.
1974 yılında 20. yüzyılın büyük sorunlarından biri olan tüberküloz ve verem hastalığının etkisini yitirmesi ve tedavisinin yapılabilmesiyle birlikte prevantoryum ve sanatoryum hizmet binaları kapatılmış, tam teşekküllü Vâlidebağ Öğretmenler Hastanesi’ne dönüştürülmüştür. Dönemin sağlık politikasının da yönlendirmesi ile birlikte 1978 yılında ‘Millî Eğitim Bakanlığı Vâlidebağ Toplum Hizmetleri ve Sağlık Eğitimi Kurumu’ olarak hastanenin hizmet alanı genişletilmiştir.
1978 Vâlidebağ Yönetmeliği ile oluşturulan 6 temel birim
Yirminci yüzyılın önemli bir kısmında Validebağ Korusu toplumsal hizmet amacıyla faâl olarak kullanılmıştır. Dönemin devlet politikasının izlediği sosyal ve ekonomik politikaların etkisini ise bu noktada yadsıyamayız. Koruyu kullanım amacı, yoğun olarak insan faâliyetleri temelli olsa da kontrollüdür. Sadece prevantoryum ve sanatoryumda tedavi gören insanların kullanıma açık şekilde sadece belli alanlar kullanılmıştır. Bunun dışında kalan insanların koruya girmesinin yasak olduğu görüşmeciler tarafından da teyit edilmiştir. Koru ile kurulan ilişki insanın faydalanması üzerinedir ancak bu dönemdeki doğa-insan ilişkisine baktığımızda insanın doğa ile birlikte iyileşebilmesi inancının hakim olduğunu tespit edebiliriz. Temiz havanın sağlık açısından önemi, tarımsal üretimin kendi sınırları içerisinde ‘büyüme’ gayesi taşımaması gibi unsurlar toplumsal ve kültürel olarak halen değer verebileceğimiz kodlar olabilir. Ancak 80’li ve 90’lı yıllardaki dönüşüm Vâlidebağ Korusu’nda da bambaşka bir dönemi beraberinde getirmiştir. Hatta insan merkezli ancak toplum temelli bu unsurların bile çıkarcı bir bireycilik uğruna erozyona uğratıldığını söyleyebiliriz. Şimdi bu yeni dönemi tartışmaya başlayabiliriz.
Türkiye yakın tarihi için kırılma noktası olan 1980 yılındaki 12 Eylül İhtilali, devletin pek çok kurumunda olduğu gibi Vâlidebağ’daki düzeni de değiştirmiştir. İhtilal sonrası yapılan değişiklikler ile birlikte süreç içerisinde 700 dönümlük koru arazisi 354 dönüme indirilmiştir. Korudaki çiftlik faaliyetleri durdurulmuş, döner sermaye kapatılmıştır. Korunun bu kadar alan kaybetmesinin sebebi şu şekilde aktarılmaktadır: “Öğretmenlere verilen arazinin bir bölümü, bugüne kadar geçen sürede STFA, Marmara Üniversitesi, Haydarpaşa Lisesi ve 12 Eylül döneminde askeri lojmanlara tahsis edildi.” (Cumhuriyet, 17.02.1997. sy.17; akt. Kolay & Memiş, 2017; 177)
15 Haziran 1982’de Resmi Gazete’de açıklanan Vâlidebağ Sağlık Kurumu Yönetmeliği’nde kurumun kuruluş amaç ve görevleri tekrardan düzenlenerek belirtilmiştir.
“1980, 12 Eylül faşist darbesinden sonra sadece bu topraklarda değil, tüm dünyada kamusal alanların özel sermaye üzerinden ranta açılması, ticarileştirilmesi, yani bütün o müştereklerimiz diyebileceğimiz alanların pazar ekonomisi içerisinde yer alması noktasında bunların başlangıç noktası, öncesi de vardı ama başlangıç noktası aslında 1980’li yıllardır… 90lı yıllar geldiğimiz zaman korunun bu topraklarda önemli bir fonksiyonu vardır. Kamusal anlamda Osmanlı’dan 1980 yılına kadar toplumun her kesimine hizmet etmiştir. Verem tedavisi anlamında Anadolu yakasının önemli bir merkezi olmuştur. Verem aşısı 1950’lerde bulunuyor. Türkiye’deki insanlar 1960’lı yıllarda aşılanmaya başlanıyor. 1975’li yıllarda artık verem mikrobu baskılanıyor. O zamana kadar böyle bir kamusal hizmeti vardır korunun. İçerisinde tarım yapılıyor, hayvancılık yapılıyor. Aşı bulunmadan önceki tek tedavi yöntemi bol güneş, temiz hava ve temiz, sağlıklı gıda… Ama 1980 sonrasındaki o demin anlatmaya çalıştığım süreç sonucunda farklı bir yönelim söz konusu oluyor. 12 Eylül’ün yapmış olduğu bu alanda, hani 12 Eylül’de ne etti derler soru olarak, örneğin eski Öğretmenler Hastanesi şimdi Haydarpaşa Numune Hastanesi Ek Binası olan yer koru sınırına çok yakın. 1999 yılında Öğretmenler Hastanesinin ilk Başhekimi Ethem Durmuşoğlu ile görüştüğümde ‘Hocam’ dedim. ‘Yani niye bu kadar korunun sınırına yaptınız?’ O da ‘evladım’ ‘Ben aslında şu Validebağ Sitesinin olduğu alanı da Hastanenin sınırları içerisinde alacaktım’ dedi. ‘Ama, 12 Eylül orayı plan değişikliği yaparak subaylara verdi. Ve konut yapmaya açtı.’ Dolayısıyla hastane de böyle koru sınırında kaldı. Aşağı inerseniz bakarsanız görürsünüz.” (Yüksel Demirtaş, 5.53-9.09’)
Ülkede politik olarak yaşanan köklü değişikliklerin yanı sıra ekonomik olarak benimsenen neoliberal politikalarla birlikte ‘yıkıcı’ bir iktisadi anlayış ile tanışırız. Sosyal devlet gittikçe geri çekilmeye başlar, sosyal ve sendikal haklar günden güne erir, yerli üretim vurgusu yerini bireysel tüketime, ithal ikameci model yerini ihracata dayalı büyümeye bırakır. Yeni ekonominin temel mottosu özelleştirme olur, ekolojik müşterekler özel sektöre satılır. Tüm dünyada hızla yayılan bu neoliberal ekonomi politikaları; günümüzü en çok tarif eden ‘ekolojik kriz’ halinin mihenk taşlarıdır.. Artık doğanın tüm unsurları ‘meta’ kapsamındadır ve sosyal maliyetlerinin ne olduğu hesaba katılmadan özel çıkarlara terk edilmiştir.
Maalesef Vâlidebağ Korusu da bu yeni süreçle çok hızlı bir şekilde tanışmıştır ve günümüze kadar da rant uğruna çeşitli tehditlerle defalarca karşılaşmıştır. Öncelikle kamu kurumları arasında uzun yıllardır koruda hizmet veren eğitim ve sağlık alanlarına yönelik araziden pay alma ya da araziyi kullanma yarışı yaşanmıştır. 1980 sonrasında Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) koru arazisini Millî Eğitim Bakanlığı’ndan devralmak istemiş, lakin öğretmenlerin ve sivil toplumun baskısı ile engellenmiştir. Akabinde Marmara Üniversitesi Rektörlüğü koruyu üniversite bünyesine almak istemiştir. Dönemin Millî Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanı Hasan Celal Güzel’in çabaları ile birlikte bu süreç de durdurulmuştur. Bu çabalar sonucunda prevantoryum binası bugün de halen faâliyet gösteren öğretmenler huzurevi olarak düzenlenmiştir.
Vâlidebağ Korusu’nun esas olarak bir ekonomik rant odağına dönüşmesi ve doğal alanların yapılaşma tehdidi ile karşı karşıya kalması, 1990’lar boyunca özellikle yerel belediyenin Vâlidebağ’da kullanım hakkı istemesi ile başlamıştır. Vâlidebağ’daki rant temelli kullanım projelerinden ilkini Üsküdar Belediyesi Emlak İstimlak Müdürlüğü’nün İstanbul Deftedarlığı’na 21.04.1992 tarihinde yazdığı yazıyı Kolay ve Memiş (2017; 181) aktarmıştır:
“‘13.08.1991 tarihli 1/1000 Altunizade Uygulama İmar Planı’ hazırlanmıştı. 3030 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Yasası’nın 7. Maddesi ile 3194 Sayılı İmar Yasasına dayanılarak başlatılan halka açık millî park projesi, 354.076 metrekarelik bölümünde uygulanacaktı. Planda kısmen hastane, bölge parkı, kültürel tesis ve yol alanları bulunuyordu. Projeye göre binalar arazinin 9.400 metrekarelik alanla yüzde 3’ünü, yollar 12.600 metrekare ile yüzde 2’sini, yeşil alanlar da 207.010 metrekare ile yüzde 90’ını oluşturacaktı. Vâlidebağı Millî Parkında bir havuzlu restoran, 400 metrekarelik botanik bahçesi, 500 metrekarelik Üsküdar Tarihi Müzesi ve 300 metrekarelik mescit yapılması öngörülüyordu. Ancak belediye bu projeyi, bölgede yaşayanların tepkileri ve yasal mercilere taşımaları sebebiyle uygulamaya sokmadı.”
Bu tarz girişimler belli aralıklarla tekrarlamıştır. Örneğin 2006 tarihinde, “Üsküdar Vâlidebağ Öğretmenler Kampüsü Arazisi (Âdile Sultan Kasrı Öğretmenevi ve Kültür Merkezi Bahçesi), İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü tarafından sessizce Üsküdar Belediyesine devredilmiştir.” (Cumhuriyet, 14.06.2006, sy; akt. Kolay ve Memiş, 2017; 181)
2014 yılında ise Mehmet Çakır’dan Üsküdar Belediye Başkanlığı görevini devralan Hilmi Türkmen Vâlidebağ Korusu’nun kullanım hakkı ile ilgili tekrardan çalışmalara başlamıştır. Bu süreçte korunun 220 hektarlık kısmı İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB)’ne herhangi bir ticari kullanıma müsade edilmeden tahsis edilmiştir. Belediye Başkanı, İBB ile koordineli bir şekilde nasıl ilerleneceğini şu sözlerle ifade eder:
“Bu tahsis işleminden sonra Büyükşehir Belediyemiz, yaya yollarını daha da iyileştirecek, yeşilleri biraz daha kullanılır hale getirecek, kuruyan ağaç dallarını kesecek, ağaçları tazeleyecek, yeşil alanları toparyayıp besleyecek, yürüyüş alanları, hobi alanları, çiçek bahçeleri, piknik alanları, spor alanları yapacak. Ortadaki dereyi ıslah edecek, doğal göletler olacak… Bu dönem bitmeden Vâlidebağ Korusu gerçek bir koru hüviyetine inşallah kavuşmuş olacak.” (Kolay ve Memiş, 2017; 183)
Hem 1992 yılında hem de 2014 yılında belediyenin yapmış olduğu açıklamaların tekrar eden bir bakış açısı vardır. Bu bakış açısını iyi bir şekilde ifade etmeden ‘rant’ kavramının ne kadar baskın olabileceğini yeterince anlayamayabiliriz. Zira ortada ağaçlar kesilecek, siteler yapılacak gibi agresif bir proje önerisi yoktur. Ancak ‘çekidüzen verilmesi’ gerektiği düşünülen Vâlidebağ Korusu için gözetilen sadece insanlardır. Amaç, koruyu insanların maksimum faydalanabileceği şekilde ve korunun insan dışındaki aktörlerini gözetmeden tasarlamaktır. Vâlidebağ Korusu’nu şehir parkına dönüştürme projeleri, Vâlidebağ için yeni ihtiyaçlar ve bu yeni ihtiyaçlarla beraber yeni yapılaşmalar tanımlamaktadır. Bu projelerin beklenen sonucu çok açıktır: Yeni yapılaşmalarla sıkışan bir Vâlidebağ habitatı ve bu sıkışan habitatın dört bir yanında ‘Vâlidebağ manzaralı’ siteler, otoparklar, yollar.. Akabinde yeni ‘ihtiyaçlar’ ve yeni yapılaşmalar. Kısacası rantın kısır döngüsü…
Bu rant sürecinin bir diğer ayağı popüler, kültürel ve sosyal pratikler ile kendini göstermektedir. Bir zamanlar eğitim ve sağlık hizmetleri için kullanılan Validebağ Korusu ve içindeki tarihi yapılar; artık sıklıkla düğün faaliyetlerine ve düğün fotoğrafı çekimlerine ev sahipliği yapmaktadır. Bir zamanlar bir eğitim mekanı iken unutulmaz Hababam Sınıfı filmlerine ev sahipliği yapan Validebağ Korusu artık popüler yarışma programlarının çekim alanına dönüşmüştür. Validebağ Korusu, hakim neoliberal politikalar ile uyumlu bir şekilde kişilerin özel tüketim alanı haline getirilmiş ve sosyal faydaya dayanan kullanımları geri plana düşmüştür. Koruda faaliyet gösteren kamu kurumlarının tek bir çatı altında birleştirilmesi ve teker teker kapatılması da bu döneme denk gelmektedir. Validebağ Korusundaki hastane ve huzurevi binası gibi ülkenin, toplumun belli bir kültürel birikimini taşıyan kurumlar kültürel mekân dediğimiz an da ilk aklımıza gelen ‘tarihi’ yapılardan olmasa da koruma ve değerlendirme amaçlı düşünülmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
1980 sonrasında koruyu kullanmaya yönelik tüm bu projelendirme süreçleri, Vâlidebağ’a uzun yıllar devam edecek bir mücadele ve dayanışma alanı kazandırmıştır. Hiçbir şey sonsuza kadar aynı kalmazken;koruda devam eden mücadele de doğa-insan ilişkisini yeniden düşünmemiz ve kurmamız için yeni alanlar açmaktadır. Buu yeni alanda korunun kullanımına dair düşünürken insan merkezli olmayan ve korunun insan olmayan aktörlerini de hesaba katan etik ve politik bir anlayışa ulaşmamız gerekir.
İstanbul Planlama Ajansı (İPA) tarafından 5 Ağustos 2021 tarihinde gerçekleştirilen “Vâlidebağ Korusu’nun Geleceği Çalıştayı” ve İstanbul Kent Konseyi tarafından 7 Ağustos 2021 tarihinde gerçekleştirilen “Vâlidebağ Forumu: Dünü, Bugünü ve Yarını” toplantılarının sonucunda hazırlanan politika belgesi bize insan merkezli düşünmenin ötesinde yeni bakış açılarını sunuyor. Biyokültürel koruma bu bağlamda ortaya çıkan ve politika önerisi olarak sunulan bir kavramdır.
“Biyokültürel koruma anlayışı doğal varlıkları, ekosistemi, kültürel birikimi ve sosyal sistemleri birbirine bağımlı olgular olarak kabul ederek bu bütünleşik sistemin korunmasına odaklanır. Dolayısıyla sadece mekansal bütünlüğü değil, sosyal ve ekolojik sistemi oluşturan değerler arası bir ilişki ağını açığa çıkarmayı hedefleyen bir koruma anlayışıdır. Örneğin, Vâlidebağ Korusu toplumsal hâfızası, biyolojik çeşitliliği, kültürel mirası, sosyal yapısı, yerel toplulukları ile biyokültürel mirasın tüm bileşenlerini içermektedir. Tüm bu değerleri birbiriyle çelişen zarar veren değil birbirini güçlendiren, koruyan bir sistem olarak görmek biyokültürel koruma anlayışının esasını oluşturmaktadır.”